Kürk Mantolu Madonna
Kitap ile Sohbet’de her kitabı öncesinde okuyoruz ve sonra bir araya gelip öncelikle yazarı tanıyoruz. Kitabın yazıldığı dönem, Kitabın hikayesinde yaşanan dönem, kitabın kahramanları sohbet süresince üzerinde konuştuğumuz konular oluyor.
Sabahattin Ali’nin yazdığı Kürk Mantolu Madonna hepimizi çok etkiledi. Kitabın başında tanıştığımız Raif Bey, ilerleyen sayfalarda Maria Puder ile yaşadığı aşk hikayesi ile bizi çarpıcı bir hayatın içine çekiyor.
“Hayat ancak bir kere oynanan bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam…” diyen Raif Bey romanı okuyanı acılar içinde bırakıyor.
En çok merak edilen roman kahramanıdır Maria Puder…
Sabahattin Ali’nin kendi yaşam hikayesi de bir değil bir kaç film olacak bir yaşam. Yazarı tanımalıyız öncelikle. İnternette yaptığım aramalardan bulduğum bir kaç yazıyı aşağıya ekledim. En son bölümde yazarın ünlü şiirlerini bulacaksınız.
SABAHATTİN ALİ
Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907 – 2 Nisan 1948. Gümülcine’nin (Yunanistan) Eğridere köyünde doğdu. 1927 yılında İstanbul Muallim Mektebini (Öğretmen Okulu) bitirdikten sonra 1 yıl kadar Yozgat’ta öğretmenlik yaptı. Daha sonra Maarif Vekaletinin (Eğitim Bakanlığı) açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya gitti. Postdam’da 2 yıl kadar eğitim gördükten sonra yeniden Türkiye’ye döndü.
İlk şiirleri, 1925 yılında Balıkesir’deki Çağlayan dergisinde çıktı. Sonra yıllarda ise Yedi Meşale, Resimli Ay, Varlık gibi dönemin ünlü dergilerinde şiir ve öyküleri yayınlandı. Özellikle toplumsal gerçekçi öyküleriyle tanınan Sabahattin Ali, değişik tarzlarda şiir örnekleri verdi.
Roman ve öykülerindeki Türkiye insanına yaklaşımı edebiyata yeni bir boyut getirdi.
1932 yılında yeniden tutuklanıp Konya’da, sonra da Sinop Cezaevinde yattı. Özellikle »Hapishane Şarkıları« olarak bilinen şiirler de bu dönemin ürünlerindir. Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle çıkarılan aftan yararlanarak cezasının bitimine birkaç ay kala tahliye edildi.
Sonraki yıllarda yine Maarif Vekaleti bünyesinde değişik birimlerde görev yaptı. Almanca öğretmenliği ve Devlet Konservatuarında çevirmen, dramaturg olarak çalıştı.
1948 yılında, sürekli izlendiği nedeniyle tüm işlerini bırakarak kamyonculuk yapmaya başladı. Birkaç ay sonra da Kırklareli üzerinden Bulgaristan’a geçmek isterken öldürüldü. Ölümüne ilişkin çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bazı araştırmacılara göre kendisine kılavuzluk eden Ali Erkekin tarafından öldürüldü. Mezarının nerede olduğu ise bilinmemektedir.
Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mi hâlâ hakka tapanı?
Mebus yaparlar mi her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi belî der En-el Hak dese,
Hâlâ taparlar mi koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali’nin boynu vurulmuş mudur?
Koca teres kafayı bir çekince
………………………………
İskendere bile dudak bükünce
Hicabından yerler yarılmış midir?
dizeleriyle Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı (1932), bir yıla hüküm giydi, Konya ve Sinop Hapishanelerinde yattı, 1933’te memuriyet kaydı silindi. Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümünde çıkarılan afla hapisten çıktı(29 Ekim 1933). Yeniden memur olabilmesi için bağlılığını ispatlaması istendi ve bu amaçla 15 Ocak 1934 tarihli Varlık’ta (13. Sayı)
“Benim Aşkım” başlıklı,
Sensin kalbim değildir, böyle göğsümde vuran,
Sensin “Ülkü” adıyla beynimde dimdik duran
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran
Seni çıkartsam ömrüm başlamadan bitiyor
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir düziye
Hisler kambur oluyor dökülüyor yazıya
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.
dörtlüklerini de içeren Atatürk’e övgü şiiri yayımladı ve karşılığında MEB Talim Terbiye Dairesi Mümeyyizliği’ne atanarak işsizlikten kurtuldu (30 Eylül 1934). 1937’deki askerliğini takiben, önce Ankara Musiki Muallim Mektebi Türkçe öğretmenliğine, ardından çevirmen, öğretmen ve dramaturg olarak çalışacağı Devlet Konservatuarı’na atandı (1938). Çeşitli resmi kurulurlarda 1945 yılına kadar çalıştı. İşsiz kaldığı bir dönemde Aziz Nesin ile birlikte Marko Paşa’ yı ve onun devamı olan mizah dergilerini çıkardı. Bu dergilerdeki yazılarında, yayın yoluyla hakaret ettiği savıyla yargılandı ve mahkum oldu. 1945’de Yeni Dünya gazetesinin, 1946’da Marko Paşa’nın nesrine katildi.
Marko Paşa’daki yazıları yüzünden çeşitli kovuşturmalara uğradı, bunlardan birinden yedi aya hüküm giydi. 1948’de Zincirli Hürriyet’ teki bir yazısından dolayı yine hakkında kovuşturma açılınca nakliyeciliğe başlayan Sabahattin Ali, 1 Nisan 1948’de yurt dışına çıkmak için anlaştığı, kendisine kılavuzluk yapan Ali Ertekin tarafından, Bulgaristan sınırı yakınlarında Sazara köyü civarındaki ormanda öldürüldü. Cesedi öldürülüşünden iki buçuk ay sonra (16 Haziran 1948) bulundu.
Bulgaristan’a gizlice giderken öldürülen Sabahattin Ali olayı gündeme bomba gibi düştü. Gazeteler olayla ilgili her gelişmeyi okuyucularına duyuruyorlardı. İşin tuhaf yani gazetelerde benzer haberler yapıyordu. Öldürüldü öldürülmedi tartışmaları sürerken, daha önce Bulgaristan sınırında bulunan bir cesede otopsi yapılması gündeme geldi. Başvuru üzerine ceset mezardan çıkarıldı ve otopsi yapıldı. Ceset tanınmaz haldeydi ama doktorlar üzerindeki kıyafetlerden bu cesedin Sabahattin Ali’ye ait olduğuna kanaat getirdiler. Oysa cesedi bulan çobanlar çok farklı konuşuyorlardı…
Hayatı kadar ölümü de bir başka hikaye olan Sabahattin Ali olayı bir sürü soru işaretleriyle Türkiye’nin tarihine geçerken, öldürülüş davası da bir daha açılmamak üzere öylece kapandı normal olarak…
Şiirler, hikâyeler, romanlar yazdı, çeviriler yaptı. İlk yazıları Balıkesir’de Irmak dergisinde çıktı (1925/26). 1930’lu yıllarda öyküye gerçekçi ve yeni bir soluk getirdi. Öykülerinde, tanımlamakta güçlük çektiğimiz kimi duyguları ustalıkla anlatır. İnsanın zavallılığını ve gücünü aynı sarsılmaz üslupla, zaman zaman masalsı ve destansı bir biçimde yansıtmayı başardı.
ESERLERİ:
ŞİİRLERİ:
Dağlar ve Rüzgâr (1934)
Değirmen Dağlar ve Rüzgâr (1965)
Dağlar ve Rüzgâr, Kurbağaların Serenadı, Öteki şiirler (1988) tüm şiirleri
ROMAN:
Kuyucakli Yusuf (1837-1988)
İçimizdeki şeytan (1940-1982)
Kürk Mantolu Madonna (1943-1988)
ÖYKÜ:
Değirmen (1935)
Kağnı (1936-1983)
Ses (1927-1972)
Yeni Dünya (1943-1982)
Sırça Köşk (1980)
OYUN:
Esirler (1966)
Sağlığında yayımlanmış dokuz kitabına, Varlık dergisinde tefrika edilen Esirler (1936) oyunu da eklenince on kitabı, yedi ciltlik bir külliyat halinde Varlık Yayınları arasında tekrar basıldı (1965/1966). Bütün Eserleri önce Bilgi, sonra Cem Yayınevi’nde yeniden basıldı. Yazar üzerine incelemeler arasında Kemal Sülker’in Sabahattin Ali Dosyası (1968), Asım Bezircinin Sabahattin Ali/Hayatı, Hikâyeleri, Romanları (1974), Kemal Bayram’ın Sabahattin Ali Olayı (1978), Filiz Ali Laslo ile Atilla Özkırımlının Sabahattin Ali (1979), Reşit M. Ertüzün’ün Sabahattin Ali Olayının Gerçeği (1985), Filiz Ali’nin “Filiz Hiç Üzülmesin” (1996), Ramazan Korkmaz’ın Sabahattin Ali (YKY 1997) adlı kitapları ve Almanya’da yayımlanan Elisabeth Siedel’in Sabahattin Ali Mystiker und Sozialist adlı çalışması sayılabilir.
Hakkında Yazılanlar
1.Sabahattin Ali Mustaf Kutlu Dergah Y.
2.Sabahattin Ali Dosyası Kemal Sülker
3.Sabahattin Ali Filiz Ali Laslo- Atilla Özkırımlı
4.Sabahattin Ali Olayı Kemal Bayram
5.Boğaz’daki Aşiret
Mahmut Çetin
Edille Yayınları
“Boğaz’daki Aşiret” başlığı ister istemez “Boğaz Neresi” ve “Aşiret Kim” sorularını akla getiriyor. Evet Boğaz, bildiğimiz Boğaziçi. Genelde kırsal kesimle alakalı bir kavram olan aşiret kelimesi ise Boğaziçi”nde bir kast oluşturan büyükçe bir ailenin tarihini anlatırken hassaten seçildi. Bir sülale tarihi diyebileceğimiz Boğaz’daki Aşiret yer yer Türk Solu tarihi, yer yer de
Batılılaşma Tarihi’nin belirli dönemlerini resmediyor. Aileler arasında evliliklerle kurulan bağların, sanata, ticarete, eğitime, bürokrasiye ve giderek bir yabancılaşma zihniyeti şeklinde hayata nasıl yansıdığı eserdeki ipuçları yardımıyla daha iyi görülecektir zannediyoruz.
Boğaz’daki Aşiret, dört büyük ailenin birbirleriyle irtibatından oluşur. Eser bu sebeple dört bölüm olmuştur. Aile büyüklerinin asıl isimleri seçilerek de Konstantin’in Çocukarı, Detrois’in Çocukları, Sotori’nin Çocukları, Topal Osman Paşa – Namık Kemal kanadı bölümleri ortaya çıktı.
Boğaz’daki Aşiret! şenlikli bir kitap. Ali Fuat Cebesoy’dan Nazım Hikmet’e, Oktay Rifat’tan Refik Erduran’a, Rasih Nuri İleri’den Ali Ekrem Bolayır’a, Zeki Baştımar’dan Sabahattin Ali’ye, Numan Menemencioğlu’ndan Abidin Dino’ya uzanan ilginç akrabalık zinciri.
Polonez, Hırvat, Alman, Macar ve Rum kökenli meşhurların, yerlilerle evliliklerinden oluşan “Boğaz’daki Aşiret”in, batılılaşma tarihinde oynadığı roller… Kimlerin kimlikleri, Çıldırtan çizelgelerle soyağaçları. Ve dipnotlar! Onlar hiç bu kadar sevimli olmamışlardır.
Kürk Mantolu Madonna Remzi Yayınevi, 1943
Yaşamı da yazdıkları gibi hüzün doludur Sabahattin Ali’nin. Bu yazıda ele alacağımız kitabı 1943 yılında yayınlanmıştı. Sevinerek söylemeliyim ki, YKY’nin “Bütün Eserleri” dizisi çerçevesinde basılarak yeniden okuyucularla buluştu.
Gerçekçiliğin en başarılı örneklerini vermiş olan bu olağanüstü duyarlı yazarın, “Kürk Mantolu Madonna” kitabı, yalnız tüm zamanların en hüzünlü aşk öyküsü olmakla kalmaz, aynı zamanda, edebiyatımızın en başarılı psikolojik anlatılarından da birisidir. Yenilmiş, silik, içine kapanmış bir insan kişiliği üzerine yapılmış çözümlemeler, o kişiliğin ardındaki çok zengin bir duygu ve düşünce dünyasının tasviri, kullandığı
dilin sadeliği ve güzelliği, “Kürk Mantolu Madonna”yı bugün de okunur, güncel kılan özellikler. Yazarın nitelemesi ile, bu “uzun hikaye” bizlerde zaman duygusu hissettirmekte olağanüstü başarılı. Hızlı bir tempo ile giden ilk bölüm, Raif’in gençliğini ve duygularını aynen yansıtır. Önce yabancı bir ülkeye gelmenin çekingenliği ile geçen ağır tempo, onun aşkı bulması ile hızlanıverir. İkinci bölüm ise, kendini bu taşra kasabasına mahkum etmiş bir insanın yaşamına, taşradaki zaman akışına uygun olarak durağanlaşır; beklenecek bir şey yoktur, değişecek bir hayat yoktur; beklenen son ölümdür… Ve yazar, bu dingin yaşam ile sözdizimi arasındaki uyumu yakalar. Ancak böylelikledir ki, okuyucu o canlı, umut dolu gençliğin yerini tükenmiş, nihilist bir yaşamın almasının trajedisi ile duygudaşlık edebilir.
Öykü, klasik Yunan trajedilerinin temel bir özelliğini taşıyor. Önce bir hazırlık dönemi, ardından gelen mutluluk ve onu takip eden yıkım. Tüm bu süreç, yani mutluluğun ardından gelecek felaket, yine trajedilerin yapısına uygun olarak, öykünün çatılışı nedeni ile önceden haber verilmiştir. Zaten felaketin kaçınılmazlığının bilgisidir trajedinin etkisini arttıran. “Kürk Mantolu Madonna”, asıl etkisini “son” yazısı ile birlikte gösteriyor. Ağzımızda kalan buruk bir taddır. Keşke dersiniz; keşke öyle olmasaydı, keşke savaş çıkmasaydı, keşke kızını gördüğünde donup kalmasaydı, keşke… Keşkeler sürüp gidecektir, ama hiç bir motif, Holywood veya Yeşilçam melodramlarındaki rastlantısallıklarla benzer değildir. Evet, rastlantılar bu yaşam trajedisini belirlemiştir, ancak, bu rastlantılar bütünüyle toplumsal, siyasal, ekonomik nedenlerin üzerinde yükselir. Aslında onlar zorunluluklardır.
Sol düşüncelere sahip, muhalif bir insandı, ve kuşkusuz bütün yazdıkları bu duruşun etrafında oluşmuştur. Ancak hiç kimse Sabahattin Ali’de çıplak bir ideolojik manüpülasyon, didaktik bir tonlama gösteremez. Her şey konunun ve ayrıntıların içinde kodlanmıştır. Neye karşı ise, karşı olduğu şeyi apaçık işaret etmez, okuyucunun gözüne sokmaz. Bu kitap, bir yandan toplum ve geleneksel aile yapısına, öte yandan savaşın akıldışılığına açık bir tavır alıştır aslında. Okuyucu, bu hüzünlü aşka engel olan savaşa da, parlak genç öğrencinin Anadolu’nun bir kasabasına gömülmesine, yaşamdan el etek çekmesine de öfkelenmeden edemez. Oysa ki, S. Ali yalnızca -üstelik bütün öykülerine göre daha dingin bir üslupta- bir yaşam anlatısı yapmaktadır. Ne büyük laflar kelam eder, ne yaşananları abartır. Tam tersi, o yumuşak, pastoral üslubun kendisidir isyanımızı, hüznümüzü yaratan.
Funda Özdoğan’ın blogunda rastladığım bu yazıyı da link vererek buraya alıyorum.
Sabahattin Ali’nin en etkileyici romanlarının başında gelir Kürk Mantolu Madonna. 1943 yılında yazılan romanda Sabahattin Ali, Raif Bey ve Maria Puder’in tertemiz, saf aşkını anlatır. Ama Raif Bey’in kişiliği ve ruhsal çözümlemeleri en az yaşadığı aşk kadar etkileyicidir. Daha ilk sayfalardayken okumak için çok geç kaldığımı düşündüm. Tamamını bitirdiğimde ise benim için başucu romanlarımdan biri haline geldi. Aşkı, yalnızlığı, hayalkırıklığını, kaybetmeyi, asla unutmamayı ve insanları yakınlaştıran ama acımasızca ayırabilen tesadüfleri en güzel anlatan Türk romanlarından biridir bana göre. Roman, daha ilk sayfaları insanı etkisi altına kolayca alıyor. Okudukça Raif Bey’i merak ediyor insan. İlk sayfalarda çizilen karakterin altından beklenmedik, acıklı bir yaşam öyküsü, tutkulu bir aşk çıkıyor. Raif Bey aslında insanların dışladığı, mümkün olduğunca uzak durduğu, varlığı yokluğu bir insanlardan biri. Etramızda çokça rastlayabileceğimiz hatta belki de gün içinde saatlerimizi geçirdiğimiz insanlardan biri. Belki basit-sığ dediğimiz, tekdüze yaşamının, sevgisizliğinin yüzüne vurduğu bu insanların asıl iç dünyalarını hiç merak etmeyiz. Oysa Raif Bey örneğinde gördüğümüz gibi hiç ummadığımız insanların hayatlarında hiç ummadığımız hikayeler saklıdır. Herkesden sakındıkları bu hikayeler onları gözümüzde birden eşine az rastlanır insanlar haline getirir. Eğer siz de benim gibiyseniz, aslında “silik” görünen bu insanları daha hikayelerini duymadan merak eder, sessizce dünyarına sızıp neler yaşadıklarını bilmek isterseniz. Başarabilirseniz yaşamınıza aldığınız bu “silik” insanın, çok mühim görünen belki yüzlerce insandan daha derin daha ilgi çekici olduğunu farkeder ve kazanımlarınız adına çok mutlu olur hatta belki kendinizle gurur duyarsınız. “Güzelliğini, gözleri arkasına sakladığı yaşamı” keşfedebildim diye kendinizle övünür, yolunuza devam eder, başka insanlar, başka hikayeler aramaya devam edersiniz.
Romanın bende yaşattığı bir çok duygudan yalnızca bir tanesi ama benim için en mühim olanından bahsettim kısaca. Oysa herkes kendisi için çarpıcı olan kavrama takılabilir bu romanı okurken. Çünkü bir çok konuyu bir çok insani duyguyu anlatır, yaşatır Sabahatin Ali.
Altı çizilecek, notlar alınacak o kadar çok cümle ve paragraf var ki, insan sanki romanı yeniden yazma isteği duyuyor. Buraya beni en çok etkileyenleri yazıp okuyanlar için güzel bir anımsatma, okumayanlar için fikir vermek istiyorum…
Aşk:
“O, bütün mantıkların dışında, tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, vücuduyla, her şeyiyle istemek başka… Aşk bence bu istemektir. muhavemet edilemez bir istemek!”
“Bu akşam anladım ki, bir insan diğer bir insana bazen hayata bağlandığından çok daha kuvvetli bağlarla sarılabilirmiş.”
”Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca, kollarıyla bizi sarar, sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz.’
“Benim fikrimce aşk diye ayrı, müceret bir merfum yoktu. İnsanlar arasında çeşit çeşit kendini gösteren bütün sevgiler, sempatiler bir nevi aşktı. Yalnız yerine göre isim ve şekil değiştiriyorlardı.”
“İçinde hakikaten sevmek kabiliyeti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inhisar ( tek başına sahip olma ) ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan birşey değildir.”
“Onun hiç sarsılmadan gittiğini görmek, beni heralde pek üzecekti..”
Yalnızlık:
“Şu koskocaman dünyada benim kadar yapayalnız dolaşan bir insan daha var mı acaba? kime, ne anlatabilirim?”
“Zaten muhitimden uzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplarda tanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayışımdan değil miydi?”
“Bende inanmak noksanmış… beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum.”
“Bir şey noksandı, fakat bu neydi? evden çıktıktan sonra bir şey unuttuğunu farkederek duraklayan, fakat unuttuğunun ne olduğunu bir türlü bulamayarak hafızasını ve ceplerini araştıran, nihayet, ümidini kesince, aklı geride, ileri gitmek istemeyen adımlarla yoluna devam eden bir insan gibi üzüntülüydüm…”
“Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi, haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden, bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım.”
Kader:
“Tesadüf seni önüme çıkarmasaydı, gene aynı şekilde, fakat her şeyden habersiz, yaşayıp gidecektim. sen bana dünyada başka bir hayatın da mevcut olduğunu, benim bir de ruhum bulunduğunu öğrettin.”
İlk Hisler:
“Hayatım boyunca hep onu aramış, onu beklemiştim. Bütün dikkatini, bütün varlığını bir noktaya biriktirerek her tarafta bu insanı araştıran, her rast geldiğini bu bakımdan tetkik ede ede adeta marazi bir meleke ve hassasiyet kazanan hislerimin yanılmasına imkan varmıydı? Bu hisler şimdiye kadar asla hata etmemişlerdi. Bir insan hakkında ilk hükmü onlar verir, sonra aklım, tecrübelerim bunu, ekseriya yanlış olarak tadil ederdi. Fakat her defasında haklı çıkan gene bu ilk his oluyordu.”
Hayalkırıklığı:
“Dünyada bir tek insana inanmıştım. o kadar inanmıştım ki, bunda aldanmış olmak, bende artık inanmak kudreti bırakmamıştı. ona kızgın değildim. ona kızmama, darılmama, onun aleyhinde düşünmeme imkân olmadığını hissediyordum. ama bir kere kırılmıştım. hayatta en güvendiğim insana duyduğum bu kırgınlık, adeta bütün insanlara dağılmıştı; çünkü o benim için bütün insanlığın timsaliydi.
Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz.
Bu manasız harflerden oluşan anlamlı kelimeler Raif Efendi için söylenmiştir. Aslında o kendi bulunduğu durumu “ bulunduğum yerde donup kalmak ve ertresi gün sessiz sedasız bir yere gömülüvermek ne iyi olurdu” şeklinde tanımlıyor.
İsterseniz en baştan başlayalım. Raif Efendi; sabun eğitimi almak için Almanya’ya gönderilen ama gördüğü bir sergi ile hayatını farklı bir yöne çeviren daha doğrusu kendi gerçek benliğini ortaya çıkaran bir beyefendi. Raif Efendi içine kapanık olmasına karşın içinde büyük fırtınaların koptuğu bunları dile getiremediği için günlüğüne aktardığı bir –kimilerine göre aşk romanı olsa da bana göre- kendi ruhumuzu yakalayabileceğimiz bir çıkmazın romanı.
Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarını zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüne çarpmış gibi önünde durduğu ’ Kürk Mantolu Madonna’yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordu.
Raif Efendi’nin “Kürk Mantolu Madonna” olarak nitelendirdiği kişi Maria Puder’dir.. Kürk Mantolu Madonna adlı tablo Andrea Del Sarto tarafından yapılmış “Madonna della arpie” isimli tablodur. Şuan da Floransa’da ki Uffizi Galeri’de bulunmaktadır.
Sabahattin Ali’nin insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkarışı eseri ölümsüz yapan etkenlerden bir tanesi.
Okumakta bir hayli geç kaldığım bu eser sevginin hayatta kalabildiğinin tek kanıtı.
A’dan Z’ye Sabahattin Ali,
Bu toprağın muktedirleri, ülkesini ileri götürmek isteyen, Aydınlanmanın ışığıyla, halkının kaderi sandığı o karanlığı yırtmak için çırpınıp duran aydınına hiç değer vermedi. Değer vermek şöyle dursun, söylediklerine, yazıp çizdiklerine ve hatta düşünmesine bile tahammül edemedi. Aydınlar bu ülkede ya hapislere atıldılar ya sürüldüler ya da öldürüldüler. Kaç bebekten kaç katil yaratıp kaç aydını katlettiler; bir gün tarih bu utancı da yüzlerine çarpacaktır…
Aydınlanmanın ışığını bu topraklara taşımak için çırpınırken öldürelen aydınlardan biri de Sabahattin Ali’ydi.
“Hayatta her şey gibi sanat da bir hizmet ve mücadeledir. Bütün insanlığı daha doğruya, daha iyiye ve daha güzele götürmek için çalışacak, hitap ettiği kimselerde bu doğru, iyi ve güzelin hasretini uyandırmak ve bunlara gidecek yolu işaret etmek isteyecektir” diyen Sabahattin Ali.
“Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bir gün Almanların pabucunu yalayan, ertesi gün İngilizlere takla atan, daha ertesi gün de Amerika’ya kavuk sallayan soysuzlar gibi olmak istemedik. Yalnız ve yalnız bir tek milletin önünde secdeye vardık. O da kendi cefakeş milletimizdir. (…) Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?
Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer! Bereket, zora katlanmasını bilen bu millet de namuslu” diyen Sabahattin Ali…
Sevengül Sönmez’in hazırladığı A’dan Z’ye Sabahattin Ali adlı kitabı okurken, Türk edebiyatının en önemli isimlerinden Sabahattin Ali’nin kırk bir yıllık kısacık ömrüne neler sığdırdığına bir kez daha şahit oluyoruz. Bir aydının dramında tüm aydınların dramı var aslında…
Noktasına itiraz edilemez bir kitap
“Sabahattin Ali’den geriye kalanları düzenleyip 2008’de Hep Genç Kalacağım adıyla yayımlanan mektupları bir araya getirdiğimde, uzun bir kütüphane çalışmasını da tamamlamıştım. A’dan Z’ye Sabahattin Ali bu iki çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı” diyor Sevengül Sönmez.
Kitap, Sabahattin Ali ile ilgili hemen her şeyi yorumsuz olarak ortaya koyuyor. Sabahattin Ali’nin renkli kişiliğini olduğu kadar onun edebiyat ve sanat görüşünü, politik duruşunu, ilişkilerini, hakkında yazılan ve söylenenleri, hayatın her alanındaki mücadelesini ayrıntılarıyla ortaya koyuyor.
Sabahattin Ali’nin hayatını yazmaya başladığında neyle karşılaşacağını az çok tahmin ettiğini söyleyen Sevengül Sönmez, “Kitabı tamamladığımda karşıma etten kemikten, duygudan akıldan oluşan, idealleri olan Sabahattin Ali ve onun başına gelenler duruyordu” diyor.
Zor ve incelikli bir işi başarıyla tamamlamış Sevengül Sönmez. Taradığı kaynaklardan ve yaptığı bire bir görüşmelerden noktasına itiraz edilmeyecek bir yapıt çıkarmış. Bir aydını, dönemini, yanındaki ve karşısındakileri ortaya koyarkan insan Sabahattin Ali’yi de çok iyi yansıtmış.
Son söz olarak:
Sabahattin Ali’yi katlederek yok etmeye çalışanlar yok olup gittiler.
Sabahattin Ali ise sonsuza dek yaşayacak.
A’dan Z’ye Sabahattin Ali,
Hazırlayan: Sevengül Sönmez,
Yapı Kredi Yayınları, 519 sayfa.
Vurgunum
Seneler sürer her günüm
Yalnız gitmekten yorgunum
Zannetme sana dargınım
Ben gene sana vurgunum
Başkalarına gülsem de
Senden uzak kalsam da
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum
Dağları aşınca başım
Geri kaldı her yoldaşım
Gel sevgilim gel kardaşım
Ben gene sana vurgunum
Gönlüm seninkine yardı
Aynı şeyleri duyardı
Ayaklarımız uyardı
Ben gene sana vurgunum
İtilmiş tekmelenmişim
Doğduğum günde yanmışım
Yalnız sana güvenmişim
Ben gene sana vurgunum
Leylim Ley
Sabahattin Ali- Zülfü Livaneli
Döndüm Daldan Düşen Kuru Yaprağa Leylim Ley
Seher Yeli Dağıt Beni Sar Beni Leylim Ley
Götür Tozlarımı Burdan Uzağa Leyli Ley
Yarin Çıplak Ayağına Sür Beni
Leylim Ley Leylim Ley Leylim Ley
Ayin şavkı Vurur Sazım Üstüne Leylim Ley
Söz Söyleyen Yoktur Sözüm Üstüne Leylim Ley
Gel Ey Hilal Kaşlım Dizim Üstüne Leylim Ley
Ay Bir Yandan Sen Bir Yandan Sar Beni
Leylim Ley Leylim Ley Leylim Ley
Yedi Yıldır Uğramadım Yurduma Leylim Ley
Dert Ortağı Aramadım Derdime Leylim Ley
Geleceksin Bir Gün Düşüp Ardıma Leylim Ley
Kula Değil Yüreğine Sor Beni
Leylim Ley Leylim Ley Leylim Ley
MELANKOLİ
Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.
Anlıyamam kederimi,
Bir ateş yakar derimi,
İçim dar bulur yerimi,
Gönlüm dağlarda bunalır.
Ne kış, ne yazı isterim,
Ne bir dost yüzü isterim,
Hafif bir sızı isterim,
Ağrılar, sancılar gelir.
Yanıma düşer kollarım,
Görünmez olur yollarım,
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir…
Ne bir dost, ne bir sevgili,
Dünyadan uzak bir deli…
Beni sarar melankoli:
Kafamın içersi ölür.
Sabahattin Ali
BİR DOĞUM GÜNÜ İÇİN
Göklerin yüzü güldü mü
Dünyaya geldiğin zaman?
Azgın sular duruldu mu
Dünyaya geldiğin zaman?
Güneşler gibi tek miydin?
Ay ışığından ak mıydın?
Böyle nazlı çiçek miydin?
Dünyaya geldiğin zaman?
Yıldızlar halin sordu mu?
Bulutlar selam durdu mu?
Yerlerin kalbi vurdu mu?
Dünyaya geldiğin zaman?
Aşkını candan duymuşum,
Canım yoluna koymuşum.
Tam dokuz yaşındaymışım
Dünyaya geldiğin zaman.
Kim bilir nasıl güzeldin,
Göklerden yere süzüldün…
Benim alnıma yazıldın
Dünyaya geldiğin zaman
MAYIS
Mayıs, ayların gülüdür,
taze bir çiçek dalıdır,
İçerim ateş doludur;
Mayıs�ta gönlüm delidir.
Yeşil dağlara göçülür,
Kırmızı şaraplar içilir;
Yarim dökülüp saçılır,
Mayıs�ta gönlüm delidir.
Göklere karşı yatılır,
Dertlerimiz unutulur;
Eski sevgiler atılır;
Mayıs�ta gönlüm delidir.
Uzakta kuşlar seslenir;
Gönlüm genişler beslenir;
Yaşamağa heveslenir,
Mayıs�ta gönlüm delidir.
Yumuşak rüzgarlar eser;
Çimenlerde yarim gezer,
Yanılır, bana gülümser;
Mayıs�ta gönlüm delidir.
Sabahattin Ali
GECENİN KEMANI
Yüzü parladı ayın,
Bir ses geldi uzaktan:
Hasta yorgun bir kadın
Şimdi çalıyor keman…
Eriyor, bükülüyor,
Ayın altında evler…
Kemandan dökülüyor,
Semailer, peşrevler…
Keman hırçın, mariz,
Asabını geriyor;
Dalgalan bir kaç iz,
Karanlıkta eriyor…
Bazan hazin bir beste,
Gönüllerde yanıyor;
Geceden deste deste
Nağmeler toplanıyor…
Sen ey karanlıklara
Hicran dağıtan kadın!
Git başka bir diyara!
Kalbimi parçaladın…
Sabahattin Ali